Ruhsal Enerji

Orjinalini görmek için tıklayınız: Önsezi (Hiss-i Kable'l-Vukû)
şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orijinal sürümü göster.
Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar.. hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

'Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti.' (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor: 'İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: 'Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi.'

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma Cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, 'Evet buradayım' der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.
Ellerinize sağlık.evet bu gibi durumları bazen yaşıyoruz.ama tahlilini tabiki yapamıyoruz.
Teşekür ederim...
Hiss-i kable'l—vuku yakın istikbalde vukubulacak bir hâdisenin önceden hissedilmesidir. Psikoloji dünyası, erkeği düşünce ve iradenin, kadını da his ve sezginin bir sembolü olarak tarif eder. Hiss-i kable'l—vuku da kadınlarda daha gelişmiş bir ruhi fonksiyondur. Bir atasözü vardır. "Kurdun bahsini ettiğin zaman sopayı hazırla, çünkü kurt geliyor". Buradan da anlaşıldığı üzere ecdad bu melekenin farkındadır. Bunun daha öte halini kerâmetlerde görüyoruz. Her iki mevzuun ara kesiti olarak şu misali verelim. Hacı Bayram Veli "Ayasofya, cami olacaktır. Küçük Ayasofya, Hora, Kemer civarındaki kilise ve daha birçokları cami olacaktır."Bey, sen Konstantiniyyeyi alamayacaksın! Orası alınacaktır, bunu ben dahi göremiyeceğim. Orası... "(Hacı Bayram dönüp eliyle göstererek) "Şu beşikte yatan çocuk ve bizim Akşemseddin tarafından alınacaktır."
Beşikteki çocuk, Fâtih Sultan Mehmet'tir.

Hiss-i kable'l vuku gönül temizliğiyle alakalı olduğu için zengin kalbi hayat yaşayanlarda daha fazla görülmekle beraber burada mânevi âlemden uzak yaşayan cemiyetlerin itiraz edemeyeceği şekilde kendi İçlerindeki misallere de yer verilecektir.

İkinci Dünya Harbi sırasında bir gün Churchill sivil savunma güçlerine moral vermeye gidecekti. Şoförü Churchill'in binmesi için arabasının kapısını açtı. Churcill hayatında ilk ve son olarak açık kapıyı bırakıp arabanın öteki kapısından bindi. Araba süratle bir geçitten geçerken bir bomba patladı, arabanın iki tekeri havaya fırladı. Oldukça kilolu olan Churchill'in ağırlığı sayesinde araba dengesini buldu. Böylece Churchill ve şoförü ölümden kılpayı döndüler. Kendisine niçin devamlı aynı kapıdan bindiğiniz halde bir anda vazgeçip öteki kapıdan bindiniz diye sorulunca "İçimden bir şey Dur, arabanın öbür yanına geç ve oradan bin dedi. Ben de öyle yaptım." diyerek cevap vermiştir.
Ahmet Hamdi Yazır anlatıyor: "İstanbul'da Mekteb-i Nuvvab'da talebe iken bir gün öğleden sonra dersten çıkıp Nuruosmaniye'de ikâmetgâhım olan hattat odasına geldim, yalnız, pencerenin önüne oturdum. Oturur oturmaz henüz birşeyle meşgul olmaksızın birdenbire büyük amcam Muhammed Emin Efendi hatırama doğdu ve derhal kalbime derin bir hüzün çöküverdi. Ağlamak istedim, halbuki başka zamanlar onun hatırasından lâbud bin neş'e ve inşirah duyardım, nâdirü'1-vücud bir fazilet-i mücesseme idi. Bugünkü hatıranın hem tarz-ı huturu, hem de mutâd neş'enin hilafına öyle bir hüzün gelmesi, istiğrabımı mucib oldu, hemen kaydettim. Onbeş gün sonra memleketten posta ile mektup aldım. Pederim "o gün amcamın vefat ettiğini ve bana yâdigar olmak üzere birkaç kitabını vasiyet eylediğini" yazıyordu. O vakit ki postanın on günde geldiği bir mesafeden o hüzünlü vak'anın hüznünü duymuştum ve gözlerim dolmuştu."

Meşhur Telepat Messing 1940 senesinde Sovyet—Alman ilişkilerinin iyi olduğu bir dönemde "Sovyet Tankları Berlin'e girecektir" demişti. Bu söz üzerine Hitler Messing'i yakalayana 100. 000 Mark mükâfat vadetmişti. Messing Telepati hassasıyla Alman polislerini atlatarak kaçmayı başarmıştı. Neticede, Messing'in hiss-i kable'l vukusu doğru çıkmış. Sovyet tankları Berlin'e girmişti.

21 Mart 1977'de Lee Fried isimli bir Amerika'lı üniversite öğrencisi Santa Cruz'da meydana gelecek büyük bir uçak kazasında iki jumbo jetin çarpışacağını, 583 kişinin öleceğini bildirmişti. Bu haberini yazılı şekilde üniversite rektörüne teslim etmişti. Rektör de kasasında saklamıştı. Kazanın olduğu gün yazının olduğu zarf basın ve TV muhabirleri önünde açıldı. Yazıda şunlar vardı:

"Gelecek pazartesi günü "News and Observer Rulleight adlı gazetenin 1. sayfasında manşette şu başlığı okuyacağımı hissediyorum: 2 jumbo jet çarpıştı, 583 kişi öldü. Tarihin en büyük uçak kazası". Hakikaten o günkü gazetede böyle bir haber çıkmıştı.
İkinci Dünya Savaşı'nda Müttefik Devletler Avrupa çıkartması için karar aldı. Gün 6 Haziran 1944 idi. Bu çok gizli bir karar idi. Kararlarını da şifrelemişlerdi. Amerikan çıkartması için düşünülen iki Normandiya sahilinin şifreleri "Utah ve Omaha" idi. Sahile yaklaştırılacak sun'i iskelelere "Mulberry Şifresi", istila plânının şifresi "Overlord", deniz operasyonlarının şifresi "Neptune" idi.

Daily Telegraph gazetesine bir ilkokul öğretmeni 20 seneden beri bulmaca hazırlar verirdi. Kendisinin harp ile ilgili fazla hir alâkası da yoktu. İsmi geçen gazeteye verdiği bulmacaların çözümleri şöyleydi: 3 Mayıs tarihindeki bulmacanın çözümü UTAH, 23 Mayıstakinin çözümü OMAHA, 31 Mayıstaki çözüm MULBERY, çıkartma günü olan 6 Haziran'dan 4 gün önceki çözümler "NEPTUNE ve OVERLORD"du. Bu zatın harple pek ilgisi yoktu. Fakat bir hiss-i kable'l vuku ile bulmacaların çözümünü bu şekilde tertib etmişti.

Amerika Cumhurbaşkanı Kennedy de kendi ölümüyle ilgili hissi kable'l vukuunu karısına ve yardımcısı O'Donel'a bildirmişti. Yardımcısı O'Donnel da United Press ajansına şu beyanatda bulunmuştu: "Eğer birisi gerçekten bir cumhurbaşkanını öldürmeyi tasarlarsa bu, hiç de zor bir şey değildir. Katil, yüksek bir binaya çıkar ve elinde teleskoplu bir tüfeği de bulunursa bu cinayetin önüne kimse geçemez."

Yukardaki misallerde gördüğümüz şekilde hiss-i kable'l vuku, madde buudlarını aşan bir kabiliyettir. Henüz madde âleminde olmayan hâdiselerin hissedilmesi, ancak insanın yapısında yer alan, madde olmayan, yani maddî kayıtlara bağlı olmayan bir mâ'nevi yapının, yani ruhun varlığını zaruri kılar.

Sızıntı Dergisi
Herşey suretten ibaret değil hayatta.
Suretlerdeki hakikata bakmak gerek.
Göz vardır surette takılı kalmıştır
Göz vardır hakikat benim der.

Mecnun a bakın yıllarca leylanın suretini resmetti.
Bir derviş çıktı karşısına bütün suretler yok oldu
Gerçek LEYLA Rabbim miş dedi

İnsan hakikate inanınca hakikat ona hiç tatmadığı şeyleri
tattırıp kokusunu aldırıyor.
Ölüme bakki hakikatin ta kendisidir kapıyı çalıp (ben geldim
ey sevgili diyor)

Böyle bir sevgili buyur edilmezmi
İnsan bazan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazan bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir. Daha çok uyku halinde iken insanın hisleri alem-i şehadete kapanır, mana alemlerine açılır. Bu zamanlarda hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) olarak bazı olayları hissedebilir. İnsan uyandığı zaman bunları hatırlayamayabilir. Gece uyku halinde hissedip unuttuğu manaları, daha sonra normal hayatta karşılaştığı olaylarla hatırlar ve "sanki ben bunu daha önce yaşamış gibiyim" der.

Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir referanstı.

Önceleri bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar... Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet etmektedir.

Hayatı duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû (önsezi, hadiseleri önceden hissetme) mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil eder.

Önsezi ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğiz:

İncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma (ra) anamız, Efendimizin (sav) vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz (Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden) ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden (sav) geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim:

"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." (İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43)

İşte Hz. Fatıma (ra) vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini söylemişti.

Yine bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor:

"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bu gece Peygamber Efendimizle (sav) müşerref oldum. Bana: 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de: 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."

Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle (sav) nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü (sav) gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil değildir.

Hz. Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin (ra) mübarek merkad (kabri)inin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit eder.

Hz. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var, müsadenizle onu burada arzetmek istiyorum:

Senelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer realitedir.

Allah'ın bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da bilebilmektedir.

İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır.

"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cin, 72/25-26)

denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize sayılacaktır.

Diğer taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek imkansızdır.

Kur'ân-ı Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz (sav) de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal arzedeceğiz.

Peygamberimizin Gaybı Bilmesi

Kur'ân, Peygamberimize (sav) verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin (sav), doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav), bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil eder.

Peygamber Efendimizin (sav) gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa edeceğiz.

1) Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Senin Baban Hüzafe'dir.


Başta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar: Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi: "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi (ra)" şanlı ve samimi bir sahabi...

Allah Rasûlü (sav) minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile:

"Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den (sav) razıyız."(1)

dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi (sav) yatıştırmıştır.

Peygamber Efendimizin (sav) mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün (sav) dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" (el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü) diyorlardı.

b) Tek Tek Yerlerini Gösteriyordu

Ve yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor: Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor:

"Allah Rasûlü (sav) nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk."(2)

Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir.

c) Biraz Sonra Buraya Bir İnsan Gelecek

Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz: Allah Rasûlü (sav) ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor: "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü (sav)'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. (3)

2) Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler

a) Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi


Yine birgün Efendimiz (sav), irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma (ra)'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü (sav) yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi:

"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." (4)

Evet, Hz. Fatıma (ra) anamızın vefat-ı Nebi'den altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir.

b) Hz. Hasan'ın Feragatı

Kütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a (ra) işaretle şöyle buyurmuşlardı:

"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah (cc) onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." (5)

Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştı.

Hz. Ali (ra)'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Efendimiz (sav) Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...

Kaynaklar:

1. Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138
2. Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117
3. Müsned, 4/359,363
4. Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43
5. Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
bende var ön sezi de geliştirip duru görüye çeviremedim.olmadı olduramadım.
Referans URL