Ruhsal Enerji

Orjinalini görmek için tıklayınız: Vefatından sonra Resulullahın İsteyene Şefaati - Yardımı Varmı dır.?
şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orijinal sürümü göster.
Sayfa: 1 2
Hakîm,[107] İbnü Abbâs'tan yaptığı ve “sahîhdir” dediği rivâyette, O (İbnü Abbâs radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurdu:

“Allah celle celâlühû İsa aleyhisselâm'a şöyle vahyetti: Ey Îsâ!... Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e îmân et ve ümmetinden O’na yetişenlere O’na İmân etmesini söyle. Eğer Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem olmasaydı Âdem’i yaratmazdım.

Eğer O olmasaydı ne Cenneti ne de Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yarattım da titremeye başladı üzerine (لااله الاالله محمد رسول الله)/”lâ ilâhe illellâh” yazdım da sükûnet buldu.”[108]

(Semhûdî) şöyle dedi:

Mevlası katında bu makama ve mevkiye sahib olan kimseyle nasıl olur da tevessül etmez, O’ndan şefaat istemeyiz. Sübkî'nin dediği[109] gibi tevessül diğer salihlerle bile caizdir.

Kâdı İyâd’ın,[110] "eş-Şifâ"sında[111] hasen bir isnad ile İmam Mâlik’ten[112] rivayet ettiğine göre Halife Ebû Cafer[113] Mescid-i Nebevî'de İmam Malik ile tartıştı.

İmam Mâlik O’na, “Ey Mü’minlerin Emîri!.. Bu mescidde sesini yükseltme” dedi. Çünki, Allah Teâlâ bir topluluğa edeb öğretti ve şöyle buyurdu: "Ey îmân edenler!... Seslerininizi Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in sesi üzerine yükseltmeyin. O’na, kiminiz kiminize seslendiği gibi de seslenmeyin. Yoksa farkında olmadığınız halde amelleriniz boşa gider".[114]

Bir topluluğu dahi medh etti ve şöyle buyurdu: "Allah'ın Rasûlü yanında seslerini kısan kimseler, bunlar Allah celle celâlühû’nun kalblerini takvâ için sınadığı kimselerdir; bu kimseler için bağışlama ve büyük bir mükafat vardır"[115]. Bir topluluğu da kınayıp şöyle buyrudu; "Odaların arkasından sana seslenen kimseler, bunların çoğu akledemezler"[116]. O'na ölü halinde hürmet etmek, diri halinde hürmet gibidir.

Halife hemen tevâzulu bir tavır takındı ve şöyle dedi:

Ey Abdullahın babası (Mâlik)!... Kıbleye dönüp de mi düa edeyim, yoksa Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e (kabre) dönüp de mi düa edeyim?. İmam'ı Mâlik de şöyle dedi: Yüzünü ondan niye çeviresin ki?!.. Halbuki O, senin ve baban Adem aleyhisselâm’ın Kıyâmet gününde Allah'a vesîledir. Aksine yüzünü ona çevir. O'nunla şefâat dile ki, Allah sana şefaat etsin.

Allah celle celâlühû şöyle buyrudu:

"Eğer onlar nefislerine zülmettiklerinde sana gelip, Allah'tan bağışlanmalarını dileselerdi ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de onlar için istiğfar etseydi, Allah celle celâlühû’yu çok merhamet edici ve tevbeleri çok kabul edici olarak bulurlardı".[117]

İmam Mâlik'in şu sözüne bak!... Şu sözün bulundurduğu, ziyaret, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile tevessül, (Mâlik’in) duâ anında O’na dönmesi, O’nunla beraber takındığı tam bir güzel edebe riayet etmek işine bak!..

İbnü’l-Cevzî[118] "el-Vefâ"sında,[119] isnadıyla Ebû Bekr İbnül-Mükrî'den şöyle dediğini rivâyet etti:

Ben (Ebû Bekr), Tabârânî ve Ebuş-Şeyh, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem hareminde idik. Açlık bize tesir etmiş haldeydi. O gün visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutmuştuk. Akşam vakti olunca Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. “Ya Rasûlüllah!... Açız”, dedim ve döndüm. Bunun üzerine, Ebu’l-Kâsım (et-Tabarânî) bana “otur, ya rızık, ya da ölüm gelecek” dedi. Sonra, ben ve Ebuş-Şeyh uyuduk; Tabarânî bir şeye bakıyordu. Vakit geçmeden bir Alevî çıka geldi, kapıyı çaldı; biz de açtık. Bir de baktık ki, yanında iki hizmetçi vardı. Onlardan her birinin elinde, içinde çok şey bulunan birer sepet vardı. Oturduk, yedik; kalanı da hizmetçinin alacağını zannettik, ama bıraktı gitti ve kalanları da bize bıraktı. Biz yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk!.. Beni Rasûlüllah'a mı şikayet ettiniz? Zira ben rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; size bir şey taşımamı emretti” dedi.[120]

İbnü'l-Cela rahimehullâh şöyle dedi:

Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine (Medîne’ye) girdim; açtım; kabrin başına gittim “ben senin misafirinim” dedim, uyudum; rüyâmda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; bana bir çörek verdi, onun yarısını yedim ve uyandığımda yarısı elimdeydi.[121]

Ebu’l-Hayr el-Ekta' rahimehullah şöyle dedi:

Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine (Medine’ye) girdim; açtım; orada beş gün hiçbir şey tatmadan durdum. [Şerefli] Kabrin yanına geldim, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e Ebu Bekir radıyallâhu anhu’ya, Ömer radıyallâhu anhu’ya selam verdim ve “Ya Rasûlüllah!.. Ben senin misafirinim” dedim. Sonra da bir kenara çekilip, kabrin arka tarafında uyudum. Rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; sağında, Ebu Bekir radıyallâhu anhu, solunda Ömer radıyallâhu anhu, önünde Ali radıyallâhu anhu vardı. Ali radıyallâhu anhu beni dürttü, “kalk, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve selem geldi” dedi. Kalktım Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in iki elini öptüm, bana bir çörek verdi, yarısını yedim, sonra uyandığımda bir de ne göreyim ki!... Elimde yarım çörek duruyordu.[122]

Sûfî Ebu Abdillâh Muhammed İbnü Züra' anlatıyor:

Babamla ve Abdurrahman İbnü Hafîf ile beraber Mekke-i Müşerrefe’ye yolculuk yaptım. Bize şiddetli bir açlık isabet etti ve Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrine girdik. Aç olarak geceledik. Ben daha buluğ çağına gelmemiş bir çocuktum. Babama defalarca gelip “ben açım” diyordum. Babam kabr-i şerifin yanına geldi ve “Ya Rasûlüllah!... Bu gece senin misafirinim” dedi ve murakabe etmeye oturdu. Biraz zaman geçince başını kaldırdı. Bazen gülüyor bazen de ağlıyordu. Ona bu hâl sorulduğunda “rüyamda Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm; elime dirhemler koydu” dedi ve elini açtı. Bir de gördük ki, dirhemler hala elinde duruyordu. Allah cellecelâlühû Şiraz'a varıncaya kadar onları bereketlendirdi; ondan harcıyorduk.

Sûfî Ahmed İbnü Muhammed şöyle dedi:

Çölde üç ay, başıma musîbet (hastalık) geldi; cildim soyuldu, Medine’ye girdim ve Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına gelip O'na ve iki arkadaşına selam verdim; sonra da uyudum ve O’nu rüyamda gördüm. Bana “ey Ahmed! Geldin mi?” dedi. Ben de “evet, ben açım ve senin misafirinim” dedim. Bana “iki avucunu aç” dedi. Onları açtım, ikisini de dirhemlerle doldurdu. Uyandığımda hala ikisi parayla doluydu. Kalktım, beyaz undan ekmek ve pelte aldım ve onları yeyip vakti kaçırmadan Vaha'ya geri döndüm.

Hafız Ebu’l-Kâsım İbnü Asâkir,[123] "Tarih"inde,[124] Ebul-Kâsım Sâbit İbnü Ahmed İbni’l-Hüseyin el-Bağdâdî'ye varan senediyle (O’nun) şöyle dediğini rivayet etti:

O (ravi sabit), Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri yanında sabah ezan okuyan bir adam gördü. Adam, ezânında "الصلوة خير من النوم"/“namaz uykudan daha hayırlıdır” dedi. Mescidin hizmetçilerinden biri bunu işitince, geldi ve ona vurdu. Adam ağladı ve “Ya Rasûlüllah!.. Senin huzurunda bana bu yapılıyor!..” dedi. Hizmetçi, hemen o anda felç oldu. Evine taşındı ve üç gün bekleyip öldü.

[Bu zikri geçen vakaları İbnü’l-Cevzî “el-Vefâ”[125] isimli kitâbında ve başkaları rivâyet ettiler. Nitekim Muhammed İbnü Mûsâ İbnü’l-Nu’mân,[126] bunlardan biridir. O da, bu vakaları “Mısbâhu’z-Zalâm Bi’l-Müstağîsîne Bi Hayri’l-Enâm Aleyhi ve Alâ Âlihî Efdalü’s-Salât ve’s-Selâm” isimli kitâbında anlattı.

Bu vakalardan biri de İbnü’l-Nu’mân’ın anlattığı şu vakadır:

O (İbnü’l-Nu’mân), başına gelen kimseden veya ondan bir vâsıta ile işitti ve şöyle dedi:

Ebû İshâk İbrâhîm İbnü Sa’d’ı şöyle derken işittim: Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrindeydim; yanımda dervişlerden üş kişi vardı. Bize ihtiyâc hâsıl oldu. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldim ve “Yâ Resûlellah!... Hiçbir şeyimiz yok. Hangi şeyden olursa olsun bize üç müd yeter. Bir adam benimle karşılaştı ve bana değerli hurmalardan üç müd verdi.[127]][128]

Ben (Muhammed İbnü Mûsâ), Şerîf Ebu Muhammed Abdisselâm İbnü Abdirrahman el-Hüseynî el-Fâsî'yi şöyle derken işittim:

Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrinde üç gün hiç yemek yemeden bekledim. Minberinin yanına geldim, iki rekat namaz kıldım ve “ey dedem!.. Açım, senden tirit yemeği istiyorum” dedim. Sonra uykum geldi ve uyudum. Ben uyurken bir adam beni uyandırdı; baktım ki elinde ahşaptan bir kadeh içinde tirit yemeği, yağ, et v.s. var; bana “ye” dedi. “Bu nereden geldi?” dedim, o da “küçük çocuklarım üç gündür benden bu yemeği istiyorlardı Allah celle celâlühû bügün bunu bana nasip etti. Sonra da uyuyup kaldım ve rüyamda Nebi aleyhisselamı gördüm; şöyle diyordu: “kardeşlerimden biri benden bu yemeği taleb etti. Götür ona bunu yedir” dedi.

Şeyh Ebu Abdillâh Muhammed bin Ebi’l-Emân'ı da şöyle derken işittim:

Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’in şehrinde, Fâtıma radıyallâhu ahha'nın mihrabının arkasındaydım. Şerif Mikser el-Kâsimî de mihrabın arkasında uyuyordu. Adam uyandı, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelip selam verdi, tebessüm ederek bize döndü ve mescidin hizmetkarı olan Şemsuddîn Savvâf niçin tebessüm ettin dedi. O da, “benim bir ihtiyacım vardı; evimden çıktım, Fatıma radıyallâhu anhâ'nın evine geldim; Nebi aleyhisselam ile istiğase ettim ve ben açım dedim. Peşinden uyudum, Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm ve bana bir kadeh süt verdi, ondan doyuncaya kadar içtim, bu yüzden tebessüm ediyorum” dedi. Ağzındaki sütten benim ağzıma tükürdü de biz onun ağzındaki sütü gördük.

Bu anlatılan vakaları İbnül-Cevzî "el-Vefa" isimli kitabında, başkası, İmam Muhammed bin Musa bin Numan gibi "Misbahuz-Zalâmi fil-Müsteğîsîne bihayril-Enâm (salatların en faziletlisi selamların en temizi ona ve ailesine olsun) fil-Yekazâtı vel-Menâm" isimli kitabında rivayet etmişlerdir.

Bu rivayetlerden biri de yine İbnü Nümân'nın zikrettiği hadisenin o (haberin kendisine bir vasıtayla ulaştığını söyleyen bir kimseden işitmiştir) dediki; İbrahim bin Sad rahımehullâh'ı şöyle derken işittim. Ben Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem şehrinde yanımda üç fakirle beraberdim. Bize açlık isabet etti. Nebi aleyhisselam’a geldim. Ya rasûlullah bir şeyimiz yok, neden olursa olsun üç müd (ölçek) yeter dedim. Bir adam bana rast geldi de taze hurmalardan üç ölçek verdi.

Abdullah İbnü Hasen ed-Dümyâtî rahimehullah'ın şöyle dediğini işittim:

Bana Şeyh Abdulkadir et-Tinnîsî, Dümyat’ın içinde şöyle anlattı:

Ben açlık hali üzere(taki) Medineye vardım. Peyğamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e açlık sıkıntımı şikayet ettim. O'ndan -buğday et hurma- yemeği istedim. Ziyaretten sonra Ravza'ya girdim. Orada namaz kıldım ve geceledim. Birden bir adam beni uykudan uyandırdı. Bende uyanıp onunla beraber gittim.-ahlakı ve görünüşü çok güzel olan bir gençti- bana içinde tirit olan bir tekne(büyük tabak) getirdi üzerinde bir koyun kat kat hurma çeşitleri-seyhani ve diğer çeşitler- içlerinden ekmek çöreğide olamak üzere birçok ekmek Arabistan kirazı helvası vardı. Ben bunlardan yedim daha sonra o, genç çantamı et, kemek, hurmayla doldurdu ve dediki; Ben duha namazından sonra uyumuştum, rüyamda Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüm, sana bunları hazırlamamı emretti ve beni sana gönderdi ravzadaki yerini bana tarif etti. Bana senin canın bunları çekmişti istemişti dedi.

Dostum Ali bin İbrahim [bin süver] el Buseyrî’nin şöyle dediğini işittim. Abdusselâm bin Ebi’l-Kasım es-Saklî’nin şöyle dediğini işittim. İsmini unuttuğum sağlam bana şöyle anlattı: Ben Medine’tün-Nebi’de idim, hiçbir şeyim yoktu, zayıf düştüm. Nebi aleyhisselâm’ın kabrine geldim. Ey evvelkiler ve sonrakilerin efendisi, ben Mısır ahalisindenim, beş aydır senin komşunum, ben zayıf düştüm dedim. Sanra ya Rasûlullah Allah celle celâlühû’dan ve senden beni doyuracak vede memleketime çıkaracak birini görevlendirmeni istiyorum dedim. Sonrada kabri şerifin yanında çeşitli dualar yaptım ve minberin yanında oturdum. Birden bir adam hücrei Saadete girip dikildi bir şeyler konuşmaya başladı ve ey dedem (özür diliyor gibiydi) diyordu. Sonra yanıma geldi elimi tuttu ve kalk dedi. Onunla beraber kalktım, beni Cibril kapısından çıkarıp, Baki’a doğru götürüp ordan çıkardı. Birden karşımıza kurulmuş bir çadır, köle ve cariye çıktı. Onlara kalkın misafire akşam yemeği hazırlayın dedi. Köle kalktı odun topladı ve ateşi tutuşturdu. Cariye’de un öğüttü ve (külde pişen) ekmek yaptı. Adamda beni konuşarak meşgul etti. Cariye ekmeği getirdi ikiye böldü birde içi yağ dolu bir tulum getirdi ve ekmeğin üzerine döktü. Sonra Seyhânî cinsinden hurma getirdi ve Hays denilen (çekirdeksiz hurma, sadeyağ, keş ve undan yapılan) yiyeceği yaptı. Adam bana ye dedi. Bende az bir şey yedim ve çekildim. Adam ye dedi. Bende biraz daha yedim. Bana birdaha ye dedi. Bende, ey efendim aylardır buğday ekmeği nede daha fazlasını yemedim dedim. O da kalan yarım hisseyide benim akmeğimin artanının üzerine döktü ve bana ismin ne diye sordu. Bende falanca dedim. Bana, senin üzerine Allah celle celalühu yemin olsunki sen beni Dedem sallallâhu aleyhi ve sellem’e şikâyet ettinde, bu da ona ağır geldi. Bu saatten itibaren ne zaman acıkırsan, seni memleketine götürecek kimseyi Allah celle celâlühû sebeb yapıncaya kadar yiyeceğin sana gelecek. Köleye bunu al, dedemin kabrine ulaştır dedi. Köleyle beraber Baki’a kadar gittim. Ona sen buradan dön, ben yerime ulaştım dedim. Köle bana, ey efendim Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem efendime şikâyet etmeyesin diye vallahi seni hücreye ulaştırana kadar senden ayrılamam dedi ve beni yerime ulaştırıp geri döndü.

Ben dört gün adamın bana verdiklerini yiyerek geçirdim. Sonrada acıktım birde ne göreyim köle bana yemek getirdi. Artık bundan sonra ne zaman acıksam köle yemek getiriyordu. Sonunda Allah celle celâluhû kendileriyle geri döneceğim kafileyi sebeb kıldıda onlarla Yenbu’a geri döndüm. Bu anlatılanlar efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in bereketi ile gerçekleşmişti.

İbnü Nüman, senedini Ebü’l-Abbâs İbnü Nefis el-Mükri ed-Darîr’e dayandırarak şöyle dediğini rivayet etti:

Ben Medine’de üç gün aç kaldım da kabr-i şerife geldim ve “ya Rasûlallâh!.. Ben açım” deyip güçsüz düşüp uyudum. Bir kız ayağıyla beni dürttü, ben de kalktım. Bana, “davran” dedi. Ben de onunla beraber evine gittim. Bana buğday ekmeği, hurma ve yağ getirdi ve ey “Ebul-Abbâs!.. Ye, bunu bana dedem Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem emretti. Ne zaman acıkırsan bize gel” dedi.

Ebû Süleyman Davûd bütün bunları görmesinden sonra, “Musannef”inde ziyaret hususunda şöyle dedi:

Bu anlatılan kıssaların ve benzerlerinin çoğunda şu hakîkat vardır: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu mes’elede emir verdiği kişi değerli neslinden oluyor. Husûsiyyetle de istenilen yemek olduğu zaman. Çünki (bir kimse, bir kişiden kendisini) misafir etmesini istediğinde, o kişinin kendinden, sonra da kendinden olan yakınlarından başlaması değerli ahlakın güzelliğinin tamamlanması cümlesindendir. Dolasıyla, O’nun sallallâhu aleyhi ve sellem değerli ahlakı misafir edilmek isteyene vermek kendinden ve değerli zürriyetinden olur.

Seyyid Semhûdî şöyle diyor:

Bu babta hikâyeler çoktur.[129] Hatta bize de bu tür şeyler gerçekleşti. Sonra da bunlardan bazılarını anlattı. Ancak ben (kitabı) kısa tutmak için bunları aktarmadım.

***

[108] Hâkim, “el-Müstedrek” (3/516, 4285) İsnadı sahihtir.

[109] Sübkî, “Şifaus-Sikâm” (173), Semhûdî, Vefâu’l-Vefa (4/1371)

[110] İmam, Hafız, kadı, Ebu’l-Fadl İyad İbnü Musa el-Yahsıbî es-Sebtî hicri 476’da doğdu, Merraküş’te 544’de zehirlenerek vefat etti. Zehebî, “Tarîh’ul-İslam” (13/768), “Şezerâtü’z-Zeheb” (6/226), “Tezkiratül-huffâz” (4/96)

[111] Kadı Iyâd “eş-Şifa” (264) Müellif/Kadı İyâd bunu “Medârik”de de (1/211) zikretti, “El-Mevâhibul-Ledûniyye” (6/349).

[112] Huccet, şeyhül-İslam İmam Malik İbnü Enes El-Esbahi el-Medenî, mezheb kurucusu, hicri 179’da vefat etti. “Vefeyâtü’l-Ayan” (1/439), “En-Nücûmu’z-Zehîre” (2/96), “El-İber” (1/272),

[113] Emiru’l-Müminin Halife Abdullah İbnü Muhammed İbnü Ali İbni Abdillah İbni Abbas Ebu Cafer el-Mensûr el-Hâşimi el-Abâsî (Ö:198) “Tarih’ul-Bağdâd” (10/55), “Târih’ut-Taberî” (9/292-223)

[114] Hucurat:2,3,4.

[115] Hucurat:2,3,4.

[116] Hucurat:2,3,4.

[117] Nisa:65.

[118] İmam Ebu’l-Ferec Abdurrahmân İbnü Ebi’l-Hasen, İbnü’l-Cevzî diye meşhur, el-Kureşî el-Bağdâdî el-Hanbelî, Fakıh,Hâfız. (Ö:597) “Vefeyâtü’l-A’yân” (2/321), “ez-Zeylü Alâ Tabakâti’l-Hanâbile” (1/399), “Tezkiratül-Huffâz”(4135).

[119] İbnü’l-Cevzî, "el-Vefâ (2/802)

[120] Zehebî, “Siyer” (16/400), Tâc es-Sübkî, “Tabakât’uş-Şâfiiyye” (2/251)

[121] İmam Muhammed İbnü Musa İbnü Nu’mân “Misbahu’z-Zalâm” (61)

[122] Sülemî “Tabakâtü’s-Sûfiyye” (370)

[123] Hafız Ebu’l-Kasım Ali İbnü Hasen Hibetüllah ed-Dimeşki eş-Şâfiî, İbnü’l-Asâkir diye tanınır. (Ö:571) Sübkî, Tabakâtüş-Şafiîyye (7/70), “Şezeratüz-Zeheb” (4/95)

[124] Hafız Ebu’l-Kâsım İbnü Asâkir, Tarih(11/104)

[125] İbnü’l-Cevzî “el-Vefâ (2/802)

[126] İmam Ebu Abdillâh Muhammed İbnü Musa İbnü’n-Nu’mân el-Mezalî el- Merrâküşî (Ö:683). “Şezerâ tü’z-Zeheb” (7/670), Yâfiî “Mirât’ül-Cinân” (4/200), Zehebî “El-İber” (3/354),

[127] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/138)

[128] Köşeli parantez arasına aldığımız bu parça asıl aldığımız baskıda birkaç parağraf aşağıdadır.

[129] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (sh:1384)

Kaynak : Tevessül ve İstiğâse
Peygamber (s.a.a.) Efendimizin Şefâati

Îmânını muhâfaza ederek ölen herkes şefâate kavuşacaktır. Duhâ sûresinin (Elbette Rabbin sana [şefâat hakkı ve pek çok nimet] verecek, sen de râzı olacaksın) meâlindeki beşinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde Resûlullah (s.a.a.) Efendimiz (Ümmetimden bir kişi Cehennemde kalsa râzı olmam) buyurdu. Şefâate kavuşabilmek için de îmânlı ölmek şarttır. Îmânlı ölenler de ebedî kurtuluşa kavuşmuş demektir.

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Kıyâmette şefâat edeceğim. Yâ Rabbi, kalbinde hardal zerresi kadar îmân olanları Cennete koy diyeceğim. Bunlar Cennete girecekler. Sonra, kalbinde az bir şey olanlara, Cennete girin diyeceğim.) [Buhârî]

(Âhirette ilk şefâat eden ve şefâati kabul olan ben olacağım.) [İbni Mâce]

(Ümmetimden, şirk üzere ölmeyen herkese Allâh’ın izni ile şefâat edeceğim.) [Buhârî, Müslim]

(Kıyâmet günü en önce ben şefâat edeceğim.) [Müslim]

(Her peygamberin, müstecâb [kabul olan] bir duâsı vardır. Ben duâmı, ümmetime şefâat etmek için âhirete sakladım.) [Buhârî]

(Benden önce hiçbir peygambere verilmeyen beş şeyden biri şefâattir. Şirk üzere ölmeyen [îmânla ölen] herkese şefâat edeceğim.) [Bezzâr]

(Ümmetimden büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim.) [İmam-ı Ahmed, Nesai]

Peygamber (s.a.a.) Efendimiz, günahkârlara şefâat edeceğini bildirince, Hazret-i Ebüdderdâ, (Îmânı olan hırsız ve zânîler de şefâate kavuşacak mı) diye suâl etti, (Evet, onlara da şefâat edeceğim) buyurdu. (Hatib)

(Günâhı çok olanlara şefâat edeceğim.) [Hatib]

(Nefslerine aldananlara şefâat edeceğim.) [Deylemî]

(Kıyâmette, kum sayısından daha çok kimseye şefâat ederim.) [Taberânî]

(Kıyâmette “Yâ Rabbi, zerre kadar îmânı olanı Cennete koy!” diyeceğim. Hepsi şefâatimle Cennete girecek.) [Buhârî]

(Şefâatime inanmayan kimse, ona kavuşamaz.) [Şir’a]

(Şefâatime en lâyık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizî]

(Ümmetimden geri kalan olur korkusu ile Cennete girdiğim halde tahtıma oturmam. Allâhü Teâlâ’ya, "Yâ Rabbi, ümmetim ümmetim" derim.

Rabbim "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" buyurur.

Ben de "Yâ Rabbi onların hesaplarını çabuk gör, sıkıntıdan kurtulsunlar" derim.

Cehennemliklerin listesi bana verilir. Onlara şefâat ederim. Hatta Cehennem hâzini Mâlik "Ümmetinden cezâlanacak kimse bırakmadın" der.) [Beyhekî, Taberânî]

(Rabbin sana [âhirette çeşitli nimetler, şefâat izni] verecek, sen de hoşnut, râzı olacaksın) meâlindeki Duhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesi inince, Resûlullah (s.a.a.) Efendimizin, (Ümmetimden bir kişi Cehennemde kalsa râzı oldum demem) diye söylediği tefsirlerde bildirilmiştir. (Tibyân)
Şefaate inanmıyorum, bunun uyduruk bir bahis olduğuna inanıyorum.

Ahkaf suresi 9.ayette: "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."

ayeti varken, gerisi hurafedir bence.
Öylemi konuyu geri sileyim ozaman olmadı şimdi
Siyahlale Nickli Kullanıcıdan Alıntı: Linki görebilmek için giriş yapmanız ya da üye olmanız gerekir.Şefaate inanmıyorum, bunun uyduruk bir bahis olduğuna inanıyorum.

Ahkaf suresi 9.ayette: "De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."

ayeti varken, gerisi hurafedir bence.

"Bana ve size ne yapılacağını bilmem" sözünü resulüne söyletip bir de bunu Kuran'ına koyduran Allah'ın bir maksadı olsa gerek..

Zümer 44: Şefaat sadece Allah'a aittir.



“Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.” (Âyet’el-Kürsî, Bakara – 255)


Buradan anlaşılan: Ancak Allâh’ın izin vereceği kişi ya da kişiler şefaat edebilir.. Zaten bizim de ilgili hadîslerden anladığımız “bu”dur..

Allâhu Teâlâ (c.c.) hikmeti gereği her şeyi bir sebebe mebnî kılmış; hakikatte “şefaat” O’ndan gelir, vesîle kıldığı kulu-nebîsi-resûlü-velîsi olunca mı bazılarının kafası karışıyor..? zâten -tövbe hâşâ- O’na rağmen kimse kimseye şefaat edemez. Eğer şefaat konusunu böyle anlayan varsa, tövbe-istiğfar etsin ve şu âyet meâllerine baksın…

2:48 - Ve öyle bir günden korunun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.

2:123 - Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez ve ona şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan yardım da görmezler.

2:254 - Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.

6:51 - Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

6:70 - Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır.

6:94 - Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.

7:53 - İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği (verdiği haberler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: "Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler, yahut tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki eski yaptıklarımızdan başkasını yapalım?" Onlar, kendilerini zarara soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı, kaybolup gitti.

10:3 - Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (onu hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. O'nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?

10:18 - Allah'ı bırakıyorlar da, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir." diyorlar. De ki, "Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.

19:87 - (O gün) Rahmân (olan Allah)'ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.

20:109 - O gün, Rahmân'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez.

21:28 - Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, Allah'ın hoşnud olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler. Hepsi de O'nun korkusundan titrerler.

26:100 - "Bak bizim için ne şefaatçiler var,"

30:13 - Allah'a ortak koştuklarından, kendilerine şefaat edecekler de bulunmaz. Onlar, o zaman Allah'a koştukları ortakları inkâr ederler.

32:4 - Allah O'dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur (hakim olmuştur). Sizin için O'ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?

34:23 - Allah'ın huzurunda şefaat da fayda vermez. Ancak izin verdiği kimseninki müstesna. Nihayet kalblerinden dehşet giderildiği zaman "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. (Şefaat sahipleri de): "Hakkı söyledi" derler. O, her şeyden yüksek ve büyüktür.

36:23 - "Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar."

39:43 - Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)?"

39:44 - De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz."

40:18 - Yaklaşmakta olan o felaket (kıyamet) gününü de onlara haber ver. O dem ki yürekler gırtlaklara dayanmıştır, yutkunup dururlar. Zalimler için ne ısınacak bir dost vardır, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi.

43:86 - Onların Allah'ı bırakıp da tapdıkları putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefâat edebilir.

53:26 - Göklerde nice melek var ki Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların şefaatları hiç bir işe yaramaz.

74:48 - Artık onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez.
Resûlullah (s.a.a.) Efendimizin şefâati

Sual: Şefâatin hak olduğunu kabul etmeyen bir tek Ehl-i sünnet âlimi var mıdır?

Cevap: Bütün Ehl-i sünnet âlimleri, ittifakla, hepsi şefâati kabul etmişlerdir.

Sadece nakilden çok akla tâbi olan Mu’tezile denilen sapık bir fırka ve Vehhabiler şefâati inkâr etmiştir.

Yeni türedi bazı yazarlar da Peygamber (s.a.a.) Efendimize düşmanlık ederek, “Kur'ânı getirmekle onun vazifesi bitmiştir. Kimseye faydası olmaz, şefâat edemez” diyorlar.

O’nun, âlemlere rahmet olarak geldiğini kabul etmiyorlar, Mu’tezileye, Vehhabilere inanıyorlar da, şefâatin hak olduğunu bildiren âyet ve hadisleri inkâr ediyorlar.

Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruluyor ki:

“Resûle itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur.” [Nisâ, 80]

“Allah ve Resûlüne itaat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir. [Ahzâb, 71]

“Peygamberin verdiğini alın, yasak ettiğinden sakının!” [Haşr, 7]

“De ki; “Bana uyun ki, Allah da sizi sevsin!” [Âl-i İmrân, 31]

Bu âyet-i kerîme gelince, münâfıklar:

“Muhammed kendisine tapılmasını istiyor” dediler.

[Şimdiki mezhepsizler de: “Peygamber, Allah’tan üstün tutuluyor” diyorlar.]

Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme inmiştir. (Şifâ-i şerîf)

“De ki; “Allâh’a ve Peygambere itaat edin! [İtaat etmeyip] yüz çeviren [kâfir olur] Elbette Allâhü Teâlâ kâfirleri sevmez.” [Âl-i İmrân, 32]

Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruluyor ki:

“Allâhü Teâlâ, şefâat edene ve şefâat edilene izin vermedikçe, hiç kimse şefâat edemez. Kalblerindeki müthiş korku giderilince, [şefâat bekleyenler, şefâat edenlere] “Rabbiniz şefâat hakkında ne buyurdu?” diye soracaklar. Onlar [şefâat edenler] ise, “Hak olanı buyurdu [şefâate izin verdi]” diyecekler.” [Sebe’, 23]

“Allâh’ı bırakıp da, taptığı putlar şefâat edemez. Ancak hak dîne inanıp ona şâhitlik eden kimseler şefâat eder.” [Zuhruf, 86]

“Onlar, O’nun [Allâh’ın] rızâsına kavuşmuş olandan başkasına şefâat etmezler.” [Enbiyâ, 28]

“Sâdece Allâh’ın dilediği ve râzı olduğu kimselere şefâat etmesi için izin verilen, göklerde nice melekler vardır.” [Necm, 26]

“O’nun (Allâh’ın) izni olmadan kim şefâat edebilir?) [Bakara, 255]

“Allâh’ın izni olmadan hiç kimse şefâatçi olamaz.” [Yûnus, 3]

“Bütün şefâatler Allâh’ın iznine bağlıdır.” [Zümer, 44]

Bu âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi, şefâat yetkisine sâhip olanlar, (Peygamberler, âlimler, şehitler, … gibi) ancak Allâhü Teâlâ’nın izni ile şefâat edeceklerdir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, Allâh’ın izni olmadan kimsenin şefâat edemeyeceği açıkça bildirilmektedir.

Ancak Allâh’ın izin verdiklerinin bundan müstesnâ oldukları, yani ancak Allâh’ın izni ile şefâat edecekleri bildirilmiştir.


Kimler şefâate kavuşur?

Kâfirlere şefâatçi olmadığını ve putların şefâat edemeyeceğini gösteren âyetleri vehhabiler müslümanlara yüklemeye çalışıyorlar, Peygamberler de şefâat edemez diyorlar. Şefâate sâdece îmân ehli kavuşacak, kâfirler şefâatten mahrum kalacaklardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruluyor ki:

“Artık şefâat edicilerin [Peygamberlerin, meleklerin, sâlihlerin, şehitlerin] şefâati, onlara [kâfirlere] fayda vermez.” [Müddesir, 48]

“O gün zâlimler [kâfirler] için, müşfik bir dost, sözü dinlenecek şefâatçi de yoktur.” [Mü’min, 18]

“Kâfir için dost ve şefâatçi yok” demek, “Mü’minler için dost ve şefâatçi var” demektir. Meselâ, Mü’min Sûresi’nin 7, 8 ve 9. âyet-i kerîmelerinde, meleklerin mü’minler için duâ ettiği bildirilmektedir. Meleklerin duâsı, biizniAllâh, elbette kabul olur.

“Kitâbın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Haber verilenler ortaya çıktığı gün, önce onu unutmuş olanlar, “Rabbimizin Peygamberleri elbette bize gerçeği getirmişti, şimdi bize şefâat etsin, yahut geriye çevrilsek [dünyaya tekrar gitsek] de işlediklerimizin başka türlüsünü işlesek” derler. Doğrusu kendilerini mahvetmişlerdir, uydurdukları şeyler [putlar] onları koyup kaçmışlardır.” [A’râf, 53]

“Orada putlarıyla çekişerek derler ki: “Vallâhi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz sizi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk; bizi saptıranlar ancak suçlulardır; şimdi şefâatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur; keşke geriye bir dönüşümüz olsa da, inananlardan olsak.” [Şuârâ, 96-102]

“(Allâh'a koştukları) ortaklarından kendilerine hiçbir şefâatçi çıkmayacaktır. Zâten onlar, ortaklarını da inkâr edeceklerdir.” [Rûm, 13]

“O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? O Rahmân olan Allah, eğer bana bir zarar dilerse, putların şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramaz.” [Yâsîn, 23]

Yukarıdaki âyetler, kâfirlere putların şefâat edemeyeceğini göstermektedir. Bu âyetleri ileri sürerek, (Müslümanlara Peygamberler, melekler, âlimler, evliyâullâh, şehitler, Kur’ân-ı Kerîm şefâat edemez) diyerek câhilce iftirâ ediyorlar.
Kur’ân’ı insanlara açıkla..

Eşsiz mu’cize olan Kur’ân-ı Kerîm’e uyabilmek için, Kur’ân’ın muhâtabı olan Peygamber (s.a.a.) Efendimize uymak ve şerefli sözlerini [hadîs-i şerîflerini] kabul etmek lâzımdır.

Allâhü Teâlâ, Resûlüne Kur’ân’ın açıklamasını, hüküm koymasını emredip, îmân, itaat ve Kelîme-i şehâdette de Resûlünü kendisiyle birlikte bildiriyor:

“Kur’ânı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.” [Nahl, 44]

“İhtilâflı şeyleri insanlara açıklayasın ve îmân eden bir kavme de hidâyet ve rahmet olsun diye bu Kitâbı sana indirdik.” [Nahl, 64]

“İhtilâflı bir işin hükmünü Allâh’tan [Kur’ân’dan] ve Resûlünden [Sünnetten] anlayın! [Nisâ, 59]

“Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tâyin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, îmân etmiş olmazlar.” [Nisâ, 65]

“Allâh’a ve ümmî nebî olan Resûlüne îmân edin!” [A’râf, 158]

“Allâh’a ve Resûlüne itaat edin!” [Enfâl, 20]

“Size kitâbı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik.” [Bakara, 151]

“Yalnız Kur’ân)” diyenler (Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesini, Ehl-i Beyti’ni, O’na ahdini bozmamış sâdık ve şerefli ashâbını, evliyâullâhı, şefâati-kerâmeti kabul etmeyenler ya da açıktan reddedip inkâr edenler) kesinlikle -hakikatte- Kur’ân-ı Kerîm’e inanmıyorlar.

Zâhiren inanıyormuş gibi gözükenlerinin de, Hz. Ali’ye (tövbe-hâşâ “dinden çıktı, kâfir oldu” diye en ağır ve çirkin iftirâları atıp) kılıç çekip savaşan haricîlerden hiçbir farkı yoktur.

Yine Hz. Peygamber’in (s.a.a.) mübârek soyunu şehîd eden, sevenlerine de her türlü zulüm ve katliâmı revâ gören soysuz mel’unların zihniyetini ve neler yaptıklarını tarih kitaplarından okuyup öğrenebilirsiniz.

Ortak paydaları: Sâdece Kur’ân’ı kabul ettiğini söyleyip ne sünnet-i seniyyeyi ne Peygamberin mübârek soyunu ne de onların yolundaki sâdık ve şerefli ashâbını, hattâ mezhep imamlarının (işlerine gelmeyen) sözlerini kabul etmezler. Diğer taraftan da “ehl-i sünnet” olduklarını her fırsatta söyler dururlar.

Neticede bunlar, İslâmiyet’i yıkmak için inanmış gibi görünüyorlar. Bunların, Kur’ân ve Sünneti kabul etmedikleri için kâfir olduklarını âyetlerle bildirdik. Bu konudaki hadîs-i şerîfler de şöyledir:

“Cebrâîl aleyhisselâm, Kur’ân ile beraber açıklaması olan sünneti de getirmiştir.” [Dârimî]

“Bana Kur’ân’ın misli kadar daha hüküm verildi.” [İ. Ahmed]

“Yalnız Kur’ân’daki helâl ve haramı kabul edin diyenler çıkar. İyi bilin, Peygamberin haram kılması, Allâh’ın haram kılması gibidir.” [Tirmizî, Dârimî]

(Çünkü O, ancak kendine vahyedileni söyler! Hadîs-i kudsîleri ve tüm sahîh hadîs-i şerîfleri bu zaviyeden değerlendirmek gerekir.)

“Bana uyan Cennete girer, bana isyan eden ise giremez.” [Buhârî]

“Ehl-i Beytimi sevenlere şefâat edeceğim.” [Hatib]

“Bir zaman gelir: Kur’ân’dan başka şey tanımam, diyenler çıkar.” [Ebu Dâvud]

“Kur’ân’a ve sünnete uyan hiç sapıtmaz.” [Hakîm]

“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” [Müslim]

“Bir zaman gelir, beni yalanlayanlar çıkar. Bir hadîs söylenince, “Resûlullah böyle şey söylemez. Bunu bırak, Kur’ân’dan söyle” der.” [Ebu Ya’lâ]

Yalnız Kur’ân diyenler, Kur’ân’a inanmalarında samîmî olsalardı, âyetlere inanırlardı. Allâhü Teâlâ “yalnız Kur’ân” mı diyor?

“Resûlüme uyun, O’nun bildirdiği her şeyi kabul edin, haram ettiklerinden sakının, Resûle uyan bana uymuş olur. O’na isyan eden bana isyan etmiş olur. Onun sözleri vahye dayanır. Onun sözünü benim sözüme aykırı görenler ve Allâh’ın yolu ile Peygamberin yolunu birbirinden ayırmak isteyenler kâfirdir” buyurmuyor mu?


İşte âyet-i kerime mealleri:

“Resûlümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” [Haşr, 7]

“O, [Resûlüm] vahiyden başkasını söylemez.” [Necm, 3-4]

“Resûle itaat eden, Allâh’a itaat etmiş olur.” [Nisâ, 80]

“Allah ve Resûlüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.” [Nisâ, 13-14]

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allâh’a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: “İşittik, itaat ettik” demek, ancak mü’minlerin sözüdür, işte kurtuluşa erenler onlardır.” [Nûr, 51]

“Allâh’a ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki, Allâh’ın azâbı çok şiddetlidir.” [Enfâl, 13]

“Allâh’a ve Resûlüne itaat edin! [uymayıp] yüz çeviren [kâfirdir] Allah da kâfirleri sevmez.” [Âl-i İmrân, 32]

Kur’ânda, “yalnız Kur’âna uyun” denmiyor, “Allâh’a ve Resûlüne uyun” deniyor. Resûlünü devreden çıkaran, Kur’ân’ın açıklaması olan hadîsleri delil saymayan, Kur’ân’ın ifâdesi ile kâfir olur.

Resûlullah (s.a.a.) Efendimiz açıklıyor

Allâhü Teâlâ, “Ey Resûlüm, Kur’ân’ı insanlara açıkla” buyuruyor. Resûlü de açıklıyor:

‘İsrâ Sûresi’nin “yakında Rabbin sana Makam-ı Mahmudu verecektir” [meâlindeki] âyet-i kerimedeki "Makam-ı Mahmud" bana verilecek şefâat hakkıdır.’ [Tirmizî]

“Âhirette ilk şefâat eden ve şefâati kabul olan ben olacağım.” [İbni Mâce]

“Kıyâmet günü en önce ben şefâat edeceğim.” [Müslim]

“Îmânla ölen herkese şefâat edeceğim.” [Buhârî, Müslim]

“Ümmetimin yarısının Cennete girmesi ile şefâat etmem arasında serbest bırakıldım. Şefâat etmeyi seçtim. Çünkü şefâatimle daha çok kimse Cennete girer.” [İbni Mâce]

“Benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şeyden biri şefâattir. Şirk üzere ölmeyen [îmânla ölen] herkese şefâat edeceğim.” [Bezzâr]

“Ümmetimden büyük günah işleyenlere şefâat edeceğim.” [İmam-ı Ahmed, Nesaî, Tirmizî, Ebu Dâvud]

“Kabrimi ziyâret edene şefâatim vâcib oldu.” [İbni Huzeyme, Bezzâr, Dâre Kutnî, Taberânî]

“Kabrimi ziyâret edenin şefâatçisiyim.” [Taberânî]

“Sırf beni ziyâret için gelen, Allâh’ın izniyle şefâatime kavuşur.” [Müslim]

“Sünnetimi [îmânını] elinden kaçıran kimseye [kâfire] şefâatim haram oldu.” [Şir’a]

“Şefâatime inanmayan kimse, ona kavuşamaz.” [Şir’a]

“Şefâatime kavuşmak isteyen, kızını fâsıka vermesin!” [Şir’a]

“Şefâatime en lâyık olan, bana en çok salevat okuyandır.” [Tirmizî]

“Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefâat ederim.” [Beyhekî]
Lütfu ile daha fazla verir

Şuarâ Sûresi’nin 100. âyetinde, Cehennemdekilerin, “Bizim için şefâat edici [şefâat etmesine izin verilen] kimse yoktur” dedikleri bildirilmektedir. Şûrâ Sûresi’nin 26. âyetinde ise, “Îmân edip sâlih amel işleyenlerin duâlarına icâbet eder. Lütfundan, fazlasını da verir” buyuruluyor.

Fazlasını verir ifâdesi, “Onlara şefâat edici arkadaşlar verir ve beraber Cennete girerler” diye tefsîr edilmiştir. (İhyâ)

Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:

“Kıyâmette Peygamberler, âlimler ve şehitler şefâat eder.” [İbni Mâce]

Bütün müfessirler, muhaddisler ve fakîhler gibi, dört mezhep imamı da şefâatin hak olduğunu bildirmişlerdir. Bütün âlimlerin en büyüklerinden biri olan İmam-ı A’zam hazretleri, “Peygamberler, âlimler ve sâlihler, günahkârlara şefâat edecektir” buyurdu. (Fıkh-ı ekber)

Buraya kadar, şefâatin hak olduğunu bildiren âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarından bazısını bildirdik. Kur’ân-ı Kerîm’i açıklayan Peygamber (s.a.a.) Efendimiz, Ashâbı ve Ehl-i sünnet âlimlerinin tamamı şefâatin hak olduğunu bildirmiştir.

Bir hadîs-i şerîfin Kur’ân-ı Kerîm’e aykırı olup olmadığını en iyi bilen muhaddisler ve diğer Ehl-i sünnet âlimleridir. Bütün muhaddisler, şefâatle ilgili hadîs-i şerîfleri bildirmişlerdir. Onlar, bir hadîsin Kur’ân-ı Kerîm’e aykırı olup olmadıklarını bilemiyor da, vahhabi görüşlüler mi biliyor?


Sen râzı olana kadar

Putlarla ilgili âyet-i kerîmeleri gösterip, (tövbe hâşâ) “Resûlullah mü’minlere şefâat edemez” demek, mezhepsizliğe has bir taktiktir.

Duhâ Sûresi’nin, (Sen razı olana [yeter diyene] kadar, her dilediğini vereceğim) meâlindeki 5. âyeti, Allâhü Teâlâ’nın, Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı İslâmiyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve ümmetine kıyâmette her türlü şefâat ve tecellîler ihsân edeceğini vaad etmektedir.

Bu âyet-i kerîme gelince, Cebrâîl aleyhisselâma bakıp, “Cehennemde bir mü’minin kalmasına râzı olmam” buyurdu.

Yine buyurdu ki:

“O kadar çok kimseye şefâat ederim ki, Rabbim Allâhü Teâlâ, bana, “Râzı oldun mu?” diye sorunca, “Evet râzı oldum” derim.” [Beyhekî, Bezzâr, Taberânî]

“Kıyâmette Sırât Köprüsü’nün başında durur, ümmetimin geçmesini beklerim. Allâhü Teâlâ, "Dilediğini iste, istediklerine şefâat et, şefâatin kabul olunacaktır" buyurur. Ümmetime şefâatten sonra, yalvarmaya devam ederim. Rabbim bana "Ümmetinden ihlâsla bir defa "Lâ ilâhe illallâh" diyen ve îmânla ölen herkesi Cennete koy" buyuruncaya kadar yerimden kalkmam.” [İ. Ahmed]

“Allâhü Teâlâ bana, "Ümmetinin üçte ikisini sorgusuz suâlsiz Cennete koymamı mı istersin, yoksa şefâat izni mi istersin?" buyurdu. Ben de şefâat hakkı vermesini istedim. Şefâatim elbette bütün müslümanlaradır.” [Taberânî]

“Şirk üzere ölmeyen [îmânla ölen] herkese şefâat edeceğim.” [İbni Hibban]


Resûlullâh’ı (s.a.a.) vesîle edenlerin, O’nun şefâati ile tevbelerinin kabul olunacağını şu âyet-i kerîme de göstermektedir:

“Nefslerine zulmedenler, sana gelip, Allâh’tan af diler ve Resûlüm olarak sen de, onlar için af dilersen, Allâhü Teâlâ’yı, tevbeleri kabul edici ve merhamet edici bulurlar.” [Nisâ, 64]
Allah'ın razı olduklarına şefaat programı çalışacaksa şefaatin fonksiyonu nedir?
Cumhurbaşkanlığı bana bir ödül veya terfi takdir etmiş, bu ödülün bana verilmesini veya duyurulmasını da Vali'ye vermiş. Benim burada ödülü sen ver ya Vali diye çırpınmamın bir anlamı var mı?

İkinci bahis, bu şefaat meselesi tıpkı alkollü içkide olduğu gibi tedrici metodla anlatılmışa benziyor. Ve son noktada "bütün şefaatler Allah'ındır" ayeti ile noktalanıyor.

Ayrıca Mutezile kime göre sapık?
Ben bu şefaat algısını da Mutezile'nin sapıklığını da reddediyorum.
Mesele kimin inanıp inanmadığı değil,o şefatin var olduğu ve o şefeate nail olmanında inanç,istek,nasip meselesi olduğu.
Bütünüyle tamamıyla inanmak doğru olanda bu olsa gerek
Ben koşulsuz sorgusuz sualsiz peygamberimede,şefatinede,rabbimede,islam dininede inanıyorum
İnanıpta zarar edeni değil,inanmayıpta tepe taklat olanıda görmek mümkündür tabi.
Şefaat, âhirette peygamberlerin ve şefaat yetkisi verilen diğer kimselerin, günahkâr bir mü’minin affedilmesi, günahı olmayanın daha yüksek derecelere ulaşması için Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri, aracı olmaları demektir.

Şefaat insanın tabiatında vardır. Dünya işlerinde daima bir vesile edinmeye çalışırız. Başımız sıkışınca güvendiğimiz birinden destek ve yardım isteriz.

İnsanın bir desteğe, bir vesileye en fazla muhtaç olacağı gün hiç şüphesiz kıyamet günüdür, mahşer meydanıdır. Orada bunalacak, terleyecek, korkudan titreyecek, eşinden dostundan yardım isteyecek, uzanacak bir el arayacaktır.

Kur’an ve Sünnet’ten öğrendiğimize göre, dünya hayatında olduğu gibi ahirette de destekçi ve şefaatçiler olacaktır.

Ayet-i kerimede; “O gün, Rahmân’ın şefaat izni verip sözünden râzı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109) buyrulmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiklerinin âhirette şefaat hakkı olduğuna işaret edilmiştir.

Günümüzde, bazı kimseler şefaatin dinde yerinin olmadığına dair sözler söylüyor, şefaati reddediyorlar. Hatta şefaate inanmanın şirk olduğuna dair iddialarda bulunuyorlar.

Oysa şimdiye kadar hiçbir akıl sahibi, istemenin “tapmak” manasına geldiğini, istenilenin de “tapılan” olarak görüldüğünü iddia etmemiştir, edemez de.

Buradaki isteme, günahkâr ve çaresiz bir kimsenin Allah katında değeri ve bir makamı olan birinden aracı olmasını istemesidir. Şefaat sahiplerinin şefaatleri Allah’ın iznine bağlıdır.

Dolayısıyla şefaat vesilesi kimseler asla Allah’ın kudretine eşdeğer bir güç olarak görülmez. Çünkü hepsi Allahu Teâlâ’nın irade ve kudretiyledir.

Kur’an-ı Kerim ve hadisler genel manada kişiyi başkası lehine iyilik ve yardım yapmaya, başkası için dua ve istiğfar etmeye, başkasının elinden tutmaya, kendisi muhtaç iken başkasını kendine tercih etmeye açık bir şekilde teşvik etmektedir.

Şefaat de, kişinin başkası lehine dua ve istiğfar etmesinden başka bir şey değildir. Yüce kitabımız Kur’an’da bu durum teşvik edilmekte ve övülmektedir:
“O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun.” (Âl-i İmran, 159)

“(Sana gelen kadınların biatlerini kabul et ve) onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine, 12)
“Hem kendi günahın, hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.” (Muhammed, 19)

Şefaat haktır, gerçektir.

Şefaatin hak oluşu ayet, hadis ve icma ile sabittir. Dolayısıyla inkârı insanı iman dairesinden çıkarır. Şefaatin hak olduğuna inanan kimseler de Allah’ın izniyle buna nail olacaklardır.

Nitekim Rasulullah (s.a.a.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günündeki şefaatim haktır. Ona inanmayan kimse şefaati hak etmiş olmaz.” (Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 4896)


Rabbimiz kullarını çeşitli vesilelerle affetmek ister, bundan hoşlanır. Bu sebeple bazı kullarına ahirette şefaat etme izni verecektir. Böylece hem affetmek istediği kulları için bir bahane yaratmış, hem de sevdiği kullarının değerine dikkat çekmiş olacaktır.
Ayet ve hadislerde peygamberlerin, velilerin, alimlerin, şehitlerin ve salih müminlerin, derecelerine göre Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği seviyede şefaat hakkına sahip olacakları ifade buyrulmuştur.

Bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır. Şu ayet bize bunu anlatmaktadır:

“O’nun izni olmadıktan sonra hiçbir şefaatçi şefaat edemez.” (Yunus, 3)

Şefaat torpil yapma değil, sadece Allah’ın iradesini insanlara ulaştırmak, yardım ve dostluk elini uzatmaktır. Şefaat Allah Tealâ’nın işine karışmak da değildir.

Dolayısıyla izin ve yetki verilen bir kimseden şefaat istemek Allah’a şirk koşmak değildir. Çünkü o Allah Tealâ’nın sevdiklerine bahşettiği bir şeref ve yetkidir.

Şefaat, sevenlerin sevdikleri için aracı olup naz makamında niyaz etmeleri, dostları adına yardım ve merhamet dilemeleridir.

Efendimiz’in şefaati

Ahiret gününde Allah Rasulü s.a.v. bütün insanlığı içine alan şefaatiyle ortaya çıkacaktır. Çünkü O, hiçbir kimseye nasip olmayan “şefaat-i uzmâ” ile müjdelenmiştir. Şefaat-i uzmâ “en büyük şefaat” demektir.

Peygamberler içinde ilk defa şefaat edecek ve şefaati kabul olunacak peygamber yine Efendimiz s.a.v.’dir. O’nun bu ilk şefaati mahşer halkının hesaba çekilmesiyle gerçekleşecek ve bütün insanlığı mahşerin sıkıntısından kurtulması şeklinde olacaktır.

Bu durum belki Hz. Peygamber s.a.a.’in Allah katındaki değerini bütün insanlığa göstermek içindir.

Bütün peygamberler mahşerin sıkıntısı ve cehennemin mahşer halkına hücumu karşısında “Allahım selâmet ver…” (Buharî) diye korku ile diz üstü düşerek Allah’a yalvaracaklar.

İnsanlığı bu dehşetli durumdan kurtaracak olan ise, Peygamberimiz s.a.a.’in Arş’ın altında Allah’a şefaat talebi olacaktır.

Rasulullah s.a.a., diğer peygamberlere verilmeyen beş şeyden birinin de, kendisine verilen genel şefaat yetkisi olduğunu beyan etmiştir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Allah bana benden önce hiç kimseye vermediği beş özellik vermiştir. Onlardan biri de şefaattir. Şirk üzere ölmeyen (imanla ölen) herkese şefaat edeceğim.” (İbn Mâce)

Sahih rivayetlere göre, mahşerin dehşet ve şiddetinden herkes, hatta peygamberler bile, “nefsim, nefsim” diyecekleri bir zamanda, Rahmet Peygamberi s.a.v. efendimiz “ümmetim, ümmetim” diyerek ümmetine sahip çıkacak ve onları koruyacaktır. O, bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin Allah katında makbul bir duası vardır. Bütün peygamberler o duayı yapmada acele davrandılar. Ben ise bu duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ümmetimden şirk koşmadan ölenler için şefaat edeceğim.” (Buharî)

Hz. Peygamber s.a.a.’in en büyük şefaati ümmetine olacaktır. Bu da müminlerin durumuna göre farklı şekillerde gerçekleşecektir.

Günahları az olanlar bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacaklar, bazılarının günahlarının yarısı ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi eğer Allah’a şirk koşmadan ölmüşlerse bundan nasibini alacaklardır.

Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur ki: “Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebu Davud)

Diğer şefaatçiler

Allah Rasulü s.a.a.’in müminlere başka kimlerin şefaatçi olacağına dair beyanları vardır. Bunlar Kur’an-ı Kerim, hafızlar, melekler, şehitler, alimler, veliler, salih ameller ve çocuklardır. Kısaca bunlara değinelim.

Kur’an-ı Kerim: Kuran’ın şefaatiyle alakalı birkaç hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan biri şöyledir:

“Kur’an-ı Kerim’i okuyun. Çünkü Kur’an, onu okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim)

Hafızlar: Hz. Peygamber s.a.a., Kur’an’ı ezberleyen ve onunla amel eden hafızlara da ayrı bir değer vermiş, onların Allah’ın seçkin kulları olduklarını bildirmiştir. (İbn Mâce)

Altı büyük hadis kaynağından Tirmizî’de kayıtlı bir hadis-i şerif şöyledir:

“Kim Kur’an’ı okur, ezberler, helal kıldığı şeyi helal kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse, Allah o kimseyi cennete koyar. Ayrıca ailesinden cehennemlik olmuş on kişiye şefaatçi kılınır.”

Melekler: Melekler de, ahirette Allah’ın razı olduğu kimselere şefaat edeceklerdir. Onlar şefaat için emir almadıkça şefaatte bulunmazlar ve sadece müminlere şefaat ederler. Nitekim Allah Tealâ; “Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.” (Necm, 26) buyurmaktadır.

Şehitler: Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre şehitlere de şefaat yetkisi verilecektir. Hz. Peygamber s.a.a., şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü üç grup şefaat edecektir: Peygamberler, alimler ve şehitler.” (İbn Mâce)

Bir diğer hadis de şöyledir: “Şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.” (Ebu Davud)

Müminler: Allah Rasulü s.a.a.’in şefaat yetkisinin bir kısmını ümmetinden veliler ve alimlere devredereceği ve onların da yakınlarına şefaat edebilecekleri hadisler ile sabittir. Bunlardan biri şöyledir:

“Ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları var ki bir kabileye, bazıları var ki bir gruba, bazıları da var ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizî)

Yine aynı kaynakta geçen bir hadis-i şerife göre Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir adamın cehennem ateşine atılması için emir verilir. Giderken, dünyada susuzluğunu giderdiği adama rastlar, onu tanır ve; ‘Benim için şefaat etmeyecek misin?’ der.

Adam; ‘Sen de kimsin?’ diye sorar. ‘Ben sana falan gün su içirmedim mi?’ diye hatırlatır. Öbürü onu tanır ve Allah nezdinde lehinde şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider.”

Ameller: Yapılan güzel bir amelin şefaat edeceğine dair Efendimiz s.a.a. şöyle buyururlar:

“Kur’an ve oruç, kıyamet gününde kullara şefaatçi olur. Oruç der ki: ‘Ey Rabbim! Ben onu gündüzleri yemeden içmeden ve şehvetten alıkoydum. Bana şefaat hakkı ver.’

Kur’an der ki: ‘Ey Rabbim! Ben onu geceleri uyumaktan alıkoydum, bana şefaat hakkı ver.’ Böylece ikisi de şefaat eder.” (Ahmed ibn Hanbel, Heysemî)

Çocuklar: Allah Rasulü s.a.a. küçük yaşta ölen çocukların anne ve babalarına şefaatçi olacaklarını birçok hadiste müjdelemiştir.

Bu meyanda bir hadis-i şerif şöyledir:

“Küçük yaşta ölen çocuğa, cennete gir, denir. Fakat o cennetin kapısında durur, huzursuz bir şekilde beklemeye başlar ve der ki;

‘Annemle babam yanımda olmadıkça girmem!’ O zaman meleklere: ‘Anne babasını da onunla birlikte cennete koyun.’ denir.” (Müslim, İbn Mâce)

Diğer bir hadis-i şerifte de: “Henüz ergenlik çağına ulaşmamış üç çocuğu ölen her müslümanı, Allah çocuklara olan rahmet ve şefkati sebebiyle cennete koyar.” (Buharî, Müslim) buyurulur.

Kimden şefaat istiyoruz?

Peygamber veya velilerden şefaat dileyen kişi, aslında Allah’tan diliyor demektir. “Şefaat ya Rasulallah!” diyen bir kimse, şunu demek istiyor: “Ya Rabbi, sevdiğin ve razı olduğun habibin hürmetine beni bağışla!”

Şu halde gerçek ve mutlak şefaatçi Cenab-ı Hak’tır. Bu hususla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “De ki: Bütün şefaat sadece Allah’ındır.” (Zümer, 44)

Şayet Allah’tan başka birisi şefaat edecekse bu, Allah’ın izni ve yetki vermesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca bütün şefaatçiler Hak Tealâ’nın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir.

Çünkü şefaatin ve şefaatçinin bir sınırı vardır. Allah’ın her icraatında adalet vardır, denge vardır. O’nun vereceği şefaat yetkisinde de adalet ve denge söz konusudur. Bu sebeple Allah hiç kimseye sınırsız şefaat yetkisini vermemiştir.

Fakat imanını muhafaza ederek ölen herkes derece derece şefaate kavuşacaktır. Kâfir ve münafıklar için ise şefaat söz konusu değildir.

Kısaca şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da Allah’ın dilemesi esastır.

Alimlerimiz Ne Diyor?

Şefaat aklen caiz, Kur’an, Sünnet ve bütün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ittifakı ile sabittir. Sadece Mutezile ve Haricîler inkâr etmişlerdir. Hatta Mutezile bile şefaatin bir kısmını kabul etmiştir.
Bütün İslâm alimleri bu hususu ele almış ve cevazını ispatlamışlardır. İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a. de “Fıkhu’l-Ekber” adlı eserinde bu konu hakkında şunları söylemiştir:
“Peygamberlerin özellikle de Efendimiz s.a.v.’in günahkâr müminlere şefaat etmeleri hak olup Kitap ve Sünnet’le sabittir.”
Büyük İslâm alimi İmam Sübkî rh.a. “Şifâü’s-Sikâm fî Ziyâreti Hayri’l-Enâm” adlı eserinde şefaat, tevessül, istiğase, kabir ziyareti gibi konuları genişçe ele almış, bu hususta şöyle demiştir:

“Hz. Peygamber s.a.v. ve velilerle şefaat, tevessül ve istiğase dinen caiz olup güzeldir.

İlk günden İbn Teymiyye gelinceye kadar bu konuyu hiçbir alim, hiçbir veli, hiçbir müslüman reddetmemiştir.”

Meşhur alimlerimizden Teftazânî rh.a. “Akaidü’n-Nesefî” adlı esere yapmış olduğu şerhte şöyle demiştir:

“Şefaat Kur’an, Sünnet ve icmâ’ın kesin delilleriyle sabittir. Hatta Mutezile bile sevabın artması için şefaatin caiz olacağını söylemiştir.”
Netice itibariyle, biz konu hakkındaki doğru bilgilerimizi rızâen lillâh paylaştık.. kimin neye inanacağı ya da inkârı kişinin "kendisiyle" ilgilidir.

Kim ne yaparsa, kendisine yapar. İsterse ilgili âyet ve hadîslerle sunulan delillere inanır; istemezse inanmaz, azazil gibi inatla mantık yürütür ve kendisi bilir.. Kimseyi herhangi bir bilgi, görüş ya da yoruma inandırma gibi bir görevimiz vs yok.. biz sâdece bildiğimiz "doğruları" rızâen lillâh paylaştık..
“Benim şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” (Ebu Davud)

Birbiriyle çelişen o kadar rivayet var ki..

Ben "şefaat ya Rasulullah" demeyi şirk olarak görüyorum.

“De ki: Bütün şefaat sadece Allah’ındır.” (Zümer, 44) bu bütün rivayet külliyatını siliyor.

Peygamber veya velilerden şefaat dileyen kişi, aslında Allah’tan diliyor demektir. “Şefaat ya Rasulallah!” diyen bir kimse, şunu demek istiyor: “Ya Rabbi, sevdiğin ve razı olduğun habibin hürmetine beni bağışla!”

Bu ne kadar da: "Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez." (Zümer 3)' benziyor.

Hele günde en az 17 defa "iyyekenabudu ve iyyekenestain" diyorken..
20:109 - "O gün, Rahmân'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez."

19:87 - "(O gün) Rahmân (olan Allah)'ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır."

"..Sizin dîniniz size, benim dînim bana.." (Kâfirûn Sûresi)
Sayfa: 1 2
Referans URL